Uyuz

Akıllı telefon kullansam da havayı bizzat kendim ölçüp tartmak için balkona çıktım. Alarmın sesini duyar duymaz beynin marşına basıp gözleri açmak, hı deyip yataktan fırlamak, el yüz yıkamak nedense anne tembihinden kalma alışkanlıkla bunu yüze sabun vurarak yapmak, bir çırpıda kahvaltı yapıp banyo ve tuvaletsel ve benzeri artık fasa fiso eylemleri tamamladıktan sonra soluğu balkonda aldım yani, insanın bu çağda öyle bedavaya balkona çıkabildiği görülmüş mü? Havanın bana ne kadar yamuk yapabileceğini anlamak için tek kişiden oluşan içtima alanımda beklerken bahçedeki ağacın dibinde bir kedi gördüm. Kedinin gözlerini diktiği yere bakıncaysa dallardan birinde takılan saksağanı. Kafamda yeni bir Bremen Mızıkacıları senaryosu tınlarken ömrünü at nalı gibi ses çıkararak geçiren saksağanlardan şu karşımdakinin elbette sinsiliği bağrına basmış kediden haberi vardı. Biri ağacın dibinde diğeri ağacın dallarından birinde birbirini dikizleyen iki hayvana dikkat kesildim. Kafamda çalan Ennio Morricone şarkısı işlerinin kızışacağını gösteriyordu. Derken kedi sinsiliği bağrından söküp yukarıya doğru hızlı bir hamle yaptı, saksağanın karşılığıysa birkaç dal yukarı zıplamak oldu. Bağrından söktüğü sinsilik yüzünden faka basan kedi bir süre kalakaldı. Vazgeçip aşağıya indi; fakat bunu gören saksağan birkaç dalı pıt pıt inerek tekrar eski yerine döndü. Kedi tekrar gözlerini ona dikip fazla beklemeden hamlesini yaptı. Yaptı; fakat saksağan yine birkaç dal yukarı sıçradı, kedi yıldı, yoluna gidecekken saksağan tekrar aynı yere gelip durdu. Kedi de kuş da aynı eylemleri bir süre tekrarladıktan sonra kedinin yılgınlığı kuşun oyunculuğundan ağır basınca kedi voltayı aldı. Eğlence ve havayı ölçüp tartma işlemleri bitince içeri girdim. Gün, fötr şapkasını çıkarıp beni bir beyefendi gibi selamlarken ben her günkü tıraş yaşantının içine tıpkı o kedi gibi bir şeyleri bağrıma basarak ilerledim.

İş yerine vardığımda çalışanlar kafa kafaya vermiş, içlerinden birinin elinde tuttuğu koliye bakıyordu. Ne o, ofise civciv mi getirdiniz? Diyerek geçip gittim yanlarından. Hayır, sevgilim benim için bir koli hazırlamış da… Cümlesinin kimden çıktığına ve yakama yapışmak için peşime yazılmasına sonra kulaklarımın kenarından azalan yankısıyla geçip gitmesine aldırmadan. Umarım LSD damlatılmış silme jelibon bir koli de ben alırım günü birinde, çikolatayı bisküviyi bana koliyi hazırlayan kişinin bizzat kendisi yiyebilir. Çalışma masama doğru ilerlerken kimseyle selâmlaşmak, naber iyi gibi ezberden konuşulan zırvaları tekrar etmek zorunda kalmadığım için sevinçliydim; çünkü başına üşüştükleri koliyle ilgilenmek için görev yerlerini, iyi ki, terk etmişlerdi. Bu irade dışı iyilik kendimi onlara borçlu hissetmeyeceğim bir şekilde gerçekleştiği için ayrıca sevinç duyuyordum. İyiliğin en güzeli, en cavcaklı olanı karşındakine borçlu hissetmediğin iyiliktir.

Masaya oturma, elimin altındaki elektronik âletleri çalıştırma gibi işlemleri hallettikten sonra gelen ilk telefonu açtım.

  • Merhaba, ben Alo Uyuz hattından Kıl Tüy size nasıl yardımcı olabilirim?
  • Şey… Benden yaşça büyük bir akrabam var da, iyi geçiniyoruz ancak yaş farkından ötürü ona gösterdiğim saygıyı ondan göremiyorum, bana olan rahat tavırlarına karşı ona rahat davranamıyorum.
  • Evet?
  • Kendisine uyuzluk yaparak aramızdaki durumu eşitlemek istiyorum ancak ben aklına pek öyle şeyler gelen biri değilim.
  • Biliyorum hanımefendi.
  • Nasıl yani biliyorsunuz?
  • Eğer uyuzluk yapabiliyor olsaydınız şu an bu görüşmeyi yapıyor olmazdık değil mi?
  • Doğru, işinizin ehli olduğunuz da belli.
  • Mesleki deformasyon diyelim. Şimdi bana arkadaşınızdan ve kendinizden bahsetmenizi istiyorum, ilişkinize uygun, sırıtmayacak sürekli bir uyuzluk yöntemi geliştirmemiz gerek. İşlem tamamlandığında size haber vereceğiz.

Kıl Tüy. Ne parlak fikir ama. Kendimi böyle tanıtarak bayağı bir hava yaratmanın iyi fikir olduğunu düşünmüştüm işe başladığımda. Ummadık taş baş yarar gibi atasözlerine yeri geldiğinde canla başla tutunan tırışka deneyimlerinin eşi benzeri olmadığını düşünerek böylesi deneyimlerini bayağı atasözleri ve deyimlerle katmerleyen insanlara yaraşır bir takdim.

Bugün kendimi kimseye borçlu hissetmediğim bir iyilik de onlarca duyguyu başına bela eden insanoğlundan geldi. Her gün yoğun geçen mesaimde tık yok. Birkaç görüşme, bulunan parlak ya da amiyane çözümlerle günün z raporunu alıyorum. Kafamda Batesmotelpro’nun Mesai Biter Bu Çocuk Kaçar şarkısı ortalığı yıkıyor. Ofis denen duygu, tavır mezbelesinden çıkmak için can atıyorken Alo Zevzeklik Hattı’ndan Çalçene’nin bana doğru geldiğini fark ediyorum -kendini böyle tanıtmanın iyi fikir olduğunu düşünen biri daha-. Attığı her adımda bacaklarına içinden gür bir sesle ileri, güneşi zapt edeceğiz güneşin zaptı yakın, atıl kurt, hücum, Allah Allah Allah Allah gibi şeyler söylediğine eminim. Ayakkabılarının önünde Pantene Pro-V ile yıkanmış dolgun ve parlak püsküllerin arasına saklanmış iki pusula olduğundan nasıl eminsem.

  • Kıl Tüy naber abi?

Ofise girerken naber iyiyimlerle postu deldirmedim zannederken bam diye göğsüme Roma mızrağını yiyiveriyorum.

  • Ağır yaralı.
  • Nasıl yani ağır yaralı, oğlum turp gibisin ya işte. Ayrıca ağır yaralıysan serumun nerede? Neden işe geliyorsun? Millet nezle oldu mu ofisi arayıp ben gelemicem diyor, ne ara bu kadar mesaisever oldun. Sokaktaki sahipsiz mesaileri de sahiplendiriyor musun?

Ekleriyle şusuyla busuyla iki kelimelik cevabıma gelen otuz altı kelimelik cevap göğsüme saplanan Roma mızrağını kırıp yarısını da gövdemin bir başka yerine münasip yerine monte ediyor. O sondaki şakanınsa zihnimde ve vücudumda açtığı yarayı düşünüp iç kanamaya neden olmamak için yerimden doğrulduğum gibi vınlıyorum. Vınlıyorum vınlamasına ya peşime taktığı adımları bu kez üzerime atılıyor, omzumdan yakalandığımı hissediyorum. Bir darbe daha.

  • Hop. Nereye gidiyorsun bişeyler içip iki lafın belini kıralım diyecektim, hem geçen ne…
  • Sokakta beni bekleyen onlarca sahipsiz mesai var, onlarla ilgilenmem gerek, yoksa kurda kuşa yem oluyorlar. Hem söyledim ya ağır yaralıyım içki filan düşünecek hâlim yok.

Gibi yıldırım bir cevapla göğsümdeki iki parçayı çıkararak üzerine isabetli bir atış yapıp ofisi hışımla terk ediyorum; fakat aldığım yaralardan ötürü duvara sürtüne sürtüne ilerlerken kandan bir kırmızıçizgi bırakıyorum bembeyaz koridorda. Olan bitene anlam veremeyen çalışanlardan biri bana neler olduğunu soruyor o çizgiyi işaret edip. “Herkesin bir kırmızıçizgisi vardır” cevabımı can havliyle karşıma çıkan ilk mantar panoya raptiyeleyip kirişi kırıyorum.

Sokak her zamanki hâliyle kendi kendine konuşuyormuş gibi görünen insanlarla dolu, acelesi olan insanlar onların ve kulaklığına can simidi gibi sarılıp müziğin sesini kökleyerek bireysel bir yalıtım sağlayan gençlerin, bu sesten rahatsız olan insanların arasından geçip gidiyorlar. Parklar dışarıya çıktıktan sonra nereye gideceğine karar veremeyen asosyallerle, sevgilisiyle bulduğu ilk boş bankta soluğu alanlarla, saldırgan köpeğini gariban sokak köpeklerine saldırtan zibidilerle dolu. Her şeyde bir doluluk hâli. İnsan doldur boşalt bir döngünün içinde kendini eğleyerek yaşıyor.

Fazla kan kaybından sayıklıyor olmalıyım, iç sesime ayar çektikten sonra beni kalabalıkla bütün kılacak mikseri prize takıp oluk oluk akan sokakları başıboş it gibi dolanarak soluğu evde alıyorum.

Yorum bırakın