Vırvır

Ana baba işsiz oğluna intihar et demez, polis ol der.

Dükkâna gidip geliyorum, uğrayan herkesin her konuda fikirlerini duyuyorum hiç merakım olmasa da. Suriyeliler şöyle Suriyeliler böyle, onlar gelmeden önce şöyleydi onlar geldikten sonra böyle… Alışverişe, ucuz işçi çalıştırmaya, para kazanmaya gelince işin rengi değişiyor. Savaştan önce ticaret daha canlıydı, kaçakçılık da tabii ama savaşın bu yolu tamamen kapadığı söylenemez. Şehre gelip giden Araplara deriydi şuydu buydu satış yapılıyor yine. Bazı insanlarsa kendileri Arap değilmiş, sanki bir zamanlar ataları Suriye’den gelmemiş gibi bi afra tafralarda. “Almanya en iyileri aldı bize çarık çürükleri kaldı” köle pazarından esir mi seçiliyor, Rusya’dan dönen 51 ton domatesten mi bahsediliyor belli değil. Kendi ülkesindeki çarık çürüklerden bir farkı olmayan bu insanlar üzerinden şekil yapmaya çalışan bi kitle var. Suriyeli kadınlara, kız çocuklarına tacizi, teşhiri hak gören tipler de bu kitlenin içinde. Ben lokantalarına gidip nefis tavuk yemeklerini yiyen kitledenim, yakın arkadaşımla. Ucuz yemeği artık onlar yapıyorlar ve bizim ucuz yemeklerimizden lezzetli. Yağı bol bulunca s!k!ne süren Arap baharatı bol bulduğundaysa yemeğine basıyor. Kendilerine Vavien filmindeki meşhur ellerini yıkadın mı sahnesini armağan ediyorum.

Rusya’nın iade ettiği 51 ton domatesi satmaya çalışan bir züğürt ağa düşünüyorum. Ülkedeki her şehirde domates diye bağırıyor ağzının içine bakan mikrofona. 51 ton domates kadar bağırıyor sokaklarda, 51 ton domates bağırması kadar yankı overlokçu seslerini önüne alıp sürüklüyor sel suları gibi…

Jojo Rabbit’i izledim. Hitler şakası yapılan film de izlemedim demem.

Islandman dinliyorum şu sıra. Youtube Kaybola albümünü defalarca öneriyor diye inadına bakmamıştım ama sonra yakın arkadaşım bir şarkısını açınca iyi grupmuş onu anladım. Kaliteli arkadaşlığın elinin uzanmadığı yer yoktur.

Okunmuyor olmak mesele değil, yani elbette her yazar şair okunmak ister ama bazı okurlar ümmidir işte napıcan. Şaka şaka. Okunuyor olup sana okunmuyorsun ayağı çeken bi okur kitlesi var, o fena. Yazıyı paylaşıyorsun yüz görüntülenme alıyor iki günde ama Twitter’da max yedi sekiz retweet üç beş fav. Okuyanlar yazıyı mı beğenmedi yoksa beğenmelerine rağmen tepki mi göstermediler, onca görüntülenme getiren okurdan birkaçı mı beğeniyor bu paylaşımları… Öyleyse bir iki okudu, takip etti baktı iş yok çünkü rt etmedi favlamadı, peki neden görüntülenme sayısı giderek artıyor? Hangisini seçersen seç ya da sabaha bırak bilmiyorum. Bir de yazdığın yazıyı, şiiri okuyup seven ama paylaşmayıp şöyle şöyle iyi bir yazı yazmıştı diyen var, reis iyiyse bi rt çakaydın eline mi yapışırdı demiyosun tabii ne dicen. Bunları söyleyince de okursuzluktan ağlıyor diye düşünen var, yıllardır yazıyoruz aynı ortama ağlayacak olsak gözyaşlarımıza tuz gölünden takviye yapmak bile kesmezdi reis.

Ben bu şiiri yazarken yalnız kalacağımı en başından beri biliyordum, öyle olmasa Musap diye bir ilk kitap da olmazdı. Yalnız kalmaktan, okunmamaktan korkarak şiir yazsaydım beni de pohpohçuların arasında, fotoğraflarında görürdünüz ama ben, yapılan araştırmalara göre yine evdeyim. Bilinmedik sözcükleri bir araya getirip şiir yazma işini Cem Yılmaz’ın bir gösterisinde anlattığı küfürle güldürme meselesine benzetiyorum. Aç bir sözlüğü ve oradan seçtiğin sözcükleri yan yana getirerek bir şiir yazmayı dene bakalım, öyle kuru kuruya sözcük seçmekle şiir yazılıyor muymuş görelim dada parçası. Dada’nın da yalnızca bu zannedilmesiyse ayrı bir ağıt konusudur. Ben onca şey yazıyorum, bir anlatı alanı açmakla uğraşıyorum senin gözüne sözcükler takılıyor, sen şiire bu sözcüklerden ibaretmiş gibi bakıyorsun. Tekil bir anlatı alanı açarken dizgeyi bozuyorum, sözcük türetiyorum, deformasyon yapıyorum, algıyı şaşalatıyorum, duyguyu çimdikliyorum vs ama sen sözcüklere takılıyorsun. Kesmezse duygu yok diyorsun, duygu dediğin şey de senin duygularına yahut duygu durum bozukluklarına hitap edilmesi durumu oluyor. Yahu duygu bir iki değil ki? Bunları ifade etmenin yolu da bir iki değil hâliyle. Suspiria’daki korku, gerilim ögeleri geometrik şekiller ve renklerle vurgulanırken Repulsion’da sanrılar ve cinsel şiddetle vurgulanır. Her şair her duyguyu ya da bozukluğunu aynı biçimde işleseydi kalem oynatmak yerine den den işareti atıyor olurduk. Bir de örneğin deneysel şiiri eleştiricem diye kötü örneklerini bulup koca bir alana oradan sallayanlar var. Böylece bu şiiri ve yazan şairleri madara ettiğini düşünerek yapıyorlar bunu. Yazılan her şey eleştirilir ama hakkımda ne düşünüyorsan Allah sana on mislini versin kafasıyla değil.

Seni yaptığın işte neyin meşhur edeceğini her zaman bilemezsin. Dante de Petrarca da İtalyanca yazdıkları şiirlerin, kitapların değil Latince eserlerinin tanınmalarını sağlayacağını düşünüyordu ama hesapları tutmadı, her ne kadar dönemin sonrasında etkisi daha yoğun hissedilse de İtalyanca yazdıklarıyla önem kazandılar. Buradan çıkarılacak sonuç eser çağını yansıtmalı, çağına uygun olmalı değil, çağından ileride olmayan eser çabuk geride kalır. Etkisi çabuk geçer. Sen ileride olmayla ilgilenmiyorsan sanatçı şair ne yapsa seni tutup çekemez, o iş bir yere kadar. Oturur hep birlikte dönemin eserlerinin anlaşılacağı günü beklersin her kuşak. İkinci Yeni’nin doğrusuyla yanlışıyla yaptığı şeyin hakkını vermek uzun zaman aldı, bugün de aynı şey oluyor. Lan biz zamanında bu şiirlere böyle böyle dedik ama şimdi meselenin aslı neymiş görüyoruz diyenler bugün yazılan şiire o yıllardaki muameleyi çekiyor; çünkü aynı tas aynı hamam. Sorsan kimse tutucu veya konformist değil ancak yeni veya çeşitli bir şey gördüğü zaman eline uzun bi sopa alıp dürtmek ve uzaktan uzaktan bakmak dışında pek bir şey yapmıyor. Çıkmak istemediği bir alan var. Sözlük kullanmıyor, saksıyı fazla çalıştırmıyor, lan burda ne yazmış demiyor vs. duygularını yemleyip geçmesi ona yetiyor. Çağın ilerisinde olucam diye kıç yırtmaya da gerek yok, zorlama yapılan herhangi bir şey ıkınmanın yazılı, sözlü, basılı vb. versiyonu olmanın ötesine zaten geçemez.

Gaipten sesler duyar, göz önünde olmayan şeye inanırız ama dili yeni olan bir şiir okuduğumuzda olaya böyle yaklaşmayız. Bize gaipten ses getiren iyi anlatıcılara kulak asmayız; çünkü o gaip sesin geldiği yerde maneviyat yoktur, yazarın şairin keyfindeliği vardır gibi gelir. Gaipten haber vermek/ almak ucu bize dokunuyorsa kulak kesiliyoruz. Şairin düşüncesinden fırlayan şeyin gaipten gelme ihtimali olmadık, sanrısal seslerin gaipten gelme ihtimalinden daha düşük. Calvino’nun Görünmez Kentleri de gaipten gelen kentlerdir bir yerde, hiçbir göz önünde değil ve belki gelecekten bazı kurgular taşıyorlar. Şiirde bunu görünce işler değişiyor, düzyazıda hoşumuza giden şey şiirde biraz uçlaşınca göze batıyor. Masallarda neler dönüyor kimsenin laf ettiği yok benzer bir şeyi şiirde yapınca hemen harcanıyor. Neden? Çünkü o masal, orada benim duyguma hitap eden bişeyler olmasa da olur, ben kurguya bakıyorum.

Disleksi denen şeyi yaşamadım ama ilkokul ikinci sınıfta bir gün yazı yazarken birden küçük r harfinin nasıl yazıldığını unuttuğumu fark ettim. Sıra arkadaşıma küçük r’nin nasıl yazıldığını sorduğumu ve yazı yazdığım sayfanın üst köşesine iri bir küçük r harfi yazdığını sonrasında benim bu küçük r olamaz fazla iri deyip küçük r’yi hatırlayana kadar onun yerine büyük R’yi küçülterek yazdığımı hatırlıyorum. İnsan kalkar öğretmene sorar, olmadı eve gidince annesine sorar ama o zaman da cinsmişim demek. Kendimi o küçük r harfini hatırlamaya terk ettiğimi hatırlıyorum, daha sonra lan bu arkadaşımın defterime çizdiği şeklin küçük hâliymiş dediğimi içimden. Bravo.

Yorum bırakın